Kimdir bu yorgun adam ?

São Tomé & Príncipe
Etrafındaki herşeyden yorulmuş yalnızlığın everest'ine ulaşmış beklentisiz yalnız ve çok yorgun bir ruha sahip genç bir beden var burda... Dünya dışında yaşayan sadece yazmayı seven biri...

Hacı bizde ne ararsan burda

25 Aralık 2013 Çarşamba

Gitmeyi çok isterdim.



Gitmeyi çok isterdim.

Çok uzaklar olmasada beni hiç kimsenin tanımdağı bir yerlere...

Sıfırdan başlayabilmeliyim hayata.. Sıfırdan olmasada yaşadığım acıları hatırlamayacak kadar...

Sıkılıyorum..

Artık gözlerimi her kapattığımda seni hatırlamaktan, hatırlarken acı duymaktan...

Sıkılıyorum...


Haddinden fazla sıkılıyorum hemde.


Dünyevi ve manevi olan bütün işlerden bunaldım artık. Deniz aşırı bir ülkeye gidip hiç tanımadığım bir millet içinde sessiz sakin bir hayat yaşamak istiyorum. Ve arkamda ki herşeyi bırakmak istiyorum kimse ulaşamasın bana.


Çok yoruldum hayattaki herşeyden etrafımda iki yüzlü insanların bana gülmesinden yoruldum.


Ölümü çare olarak görsem herhalde çoktan intihar etmiştim.


Durum o kadar vahim anlayacağınız.


Etrafımda dolaşan çakal ruhlu insan olma meziyetinden yoksun canlılar savaşmaktan yoruldum.


Taraf olanların içinde taraf olmadan yaşamaktan yoruldum.


Hayatımda ki herşey için önüme zorunlu seçenekler konulmasından ve bu yollları seçmediğim için sistem tarafından dışlanmaktan yoruldum.


Gitmeyi çok isterdim...


Uzaklara olmasada hiç tanınmadığım bir yere...


Fırtınalı denizlerde gemisini kurtarmaya çalışan kaptan rolünü üstlenmekten bıktım yoruldum artık.


Artık ben fırtınalı denizlerden çıkıp sessiz sakin sığ masmavi suların olduğu bir sahilde yaşlanmak istiyorum.


Kimsenin tanımadığı ismimin bile bilinmediği yalnız adam diye etrafta bilinen gizemli biri olmak istiyorum.


Bu gürültülü stresli koşturmacalı şehirden hayattan kaçmak istiyorum.


Bir gün ansızın hiç kimsenin beklemediği bir an bunu yapacağımı biliyorum.


Gözüm arkada da kalmayacak nasılsa sırt çantamı alıp yollara çıkacağım bir gün...


Bunu herhalde bir tek siz bilirsiniz gitmeden yazarım size bir yazı.


Belkide budur o yazı hiç belli olmaz...


Arkamdan birileri iyi oldu diyecek gittiği kurtulduk diyecekler bazıları üzülecek bazıları ağlayacak bazıları kahkahalar atacak belkide, ama artık ne ağlayan umrumda nede kahkaha atan...


Ben sadece gitmeyi çok istiyorum


Uzaklara olmasada hiç tanınmadığım bir yere...

DOST..!

"Günaydın" ve "iyi geceler" mesajları atabileceğim bir dostum olsun istedim hep. 
Fütursuzca konuşabileyim istedim o'nunla.
Kafamdaki milyon düşünceyi paylaşabileyim, beraber düşünebilelim istedim.
Beni ileri taşısın istedim hep, saatlerce felsefe yapabilelim istedim.
Görüşmesek te, uzakta da olsak kopmayalım istedim hep.
Araya ne kadar zaman ya da mesafe de girse, kaldığımız yerden devam edelim istedim.
Sevgililerimiz tanısın birbirini, anlaşamasalar da sorun olmasın, kardeş gibi olalım istedim.
Ruh eşim olsun istedim, hissetsin. yanımda olsun kötü olduğumda, tek kelamı yetsin istedim.
İstedim ki konuşmaya gerek kalmasın, biz birbirimizi anlayalım. kendi aramızda bir lisanımız olsun, kimse bilmesin.
Bir diziyi ya da filmi aynı anda izleyelim istedim. izlerken yorumlaşalım mesajla. eleştirelim, gülelim, ağlayalım istedim. yanyana olalım, destek olalım.
Dost istedim hep. yoldaş istedim. gönülden ve ruhen bağlı olduğum birini istedim. gönül dostu istedim. kardeş istedim arada bağ olmasa da ve kardeşten yakın olsun istedim.
Sevgili değildi istediğim; dosttu. hiç olmadı. nasib olmadı. çok bekledim, hala bekliyorum.
Mevlana'nın Şems'i beklediği gibi bekliyorum.

Kim bilir; belki gelir...

Biraz huzur...

Beni bu yaşımda kabul edecek huzur evi varmıdır ?

Çok ama çok yoruldum..

Bedenimi, ruhumu, gönlümü saldım artık.. Başkalarının insafina bırakmak istemiyorum.. Çırpınmaktan, oyunlar oynamaktan, hiç anlamayacaklara çok şeyler anlatmaktan, sert yumruklarla yere düşüp sırıtarak ayağa kalkmaktan bıktım artık...

Alın beni sizinim artık!...

Ben, benim olduğum sürece hem kendi yaralarımı kanatıyorum hem sizinkileri.. İnkar ettiklerinizi gözünüze sokuyorum ve beni bu yüzden dinlemek istemiyorsunuz.. Sevdayı zamana bırakamadım ben, acıktığımda yemeden, susadığımda içmeden, hüzünlendiğimde ağlamadan, kızdığımda küfretmeden, özlediğimde yollara düşmeden yapamadım ben.... Sevmediğim kadınların koynunda sabahlayamadım, mutsuz olduğum işlerde çalışamadım, gerçekten canımın çektiklerini değil de nedenlerini sizin bile açıklayamadığınız dayatmalarınızı kendime anlatamadim... 

Gencecik kadınların "aşk yok" diye haykırmalarını anlayamadım.. Beyaz gelinliğiyle kucağında eşiği geçireceği kadını bugünden aşağılayan adamları anlayamadim.. Siyaseti tayyiple denizden ibaret sananları anlayamadim.. Çocuğunu on tane kursa yollayıp annelik babalık yaptığını sananlara haklısınız diyemedim.. 30 yılıma ihanet etmeyi beceremedim, ölmeyi beceremedim... Ölümümü bekleyeceğim herkesten ve her şeyden uzak bir yer bulamadim.

Alın sizinim artık.. Alın ve bana rahat bir yatak verin.. Sahte duygulardan, insanların kendine söylediği yalanlardan, kibirden, ağlamaktan korkanlardan uzak durabileceğim, 20 yıl öncesinin çocukluğumun sabahını anımsatan bir yatak verin bana!.. 


Uyuyup uyanmayacağim bir yatak...

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Gitmek gerekir bazen...



Gitmek gerekir bazen

Zor olsa da vedalar

Terketmek gerekir bazen

Ardında bırakılsada hatıralar

--------İ.K.Y--------




Merhaba arkadaşlar çok ama çok uzun süre oldu görüşmeyeli bazen yazmak için biraz dolmak gerekiyor depoyu doldurup öyle geldim artık art arda yazılar gelecektir umarım...


Bu sefer biraz farklı bir yazı olacak sizler ve benim için uzun bir aradan sonra bilgisayar başında olmadan yazıyorum sizlere kağıdın kalemle mürekkeple buluşmasını özlemişim baya.

Şimdi tren harekete geçti. Evet sizlere trenden yazıyorum.

Bazen terketmek gerekiyor yaşadığın şehri. Benimde zamanım gelmişti.

Belli bir süreden sonra bu şehir sizi kaldıramayacak hale geliyor tabi sizde şehri kaldıramıyorsunuz. Şehrin sokakları dar geliyor evinizin duvarları üzerinize üzerinize geliyor hayat monotonlaşıyor her zaman yaptığım gibi bir yerde bir şey monotonlaşmaya başladıysa hemen kaçıyorum ordan.

İşte benim durum bundan ibaret.

Atladım trene gidiyoruz bakalım. Size yazasım geldi trene bindikten sonra.

Bu aralar kafam çok bulanık az dertleşelim kafamı dağıtıyım istedim.

Önceki yazılarımı okuyanlar bilirler bu hayatın benimle büyük sıkıntıları olduğunu...

O değilde tren yolculuğu ne kadar güzel ya şöyle camdan bakıyorum yemyeşil ağaçlar bir film şeridi gibi geçiyor tarlalardaki sarı ve yeşilin ahengi, o ayçiçekleri ne de güzel güneşe taparcasına dönmüş binlercesi...

Uzakta görünen küçük şirin köyler falan huzur veriyor seyretmesi bile...

Bu güzel manzaraları seyrederken arkada bıraktıklarımı o şehri bir nebze olsun unutuyorum. Ama bir süreliğine işte, hiçbir şey yaşananları unutturmaya yetecek güçte değil. Hafıza denilen şey sizce bize tanrı tarafından bahşedilmiş bir yetenek mi yoksa yunan mitolojisinde geçen prometheus'a her gün ölüp ölüp dirilme cezası gibi bir cezalandırma yöntemlerinden biri mi ?

Tamam tamam sustum bu aralar bazı şeyleri çok derine inip sorguluyorum...


Şöyle ufaktan bir giriş yapayım dedim artık arkası gelir...



Unutmayın ardımızda bıraktığımız her acı hatıra bizi geleceğe götüren gemiden atılmış bir çapadır...

19 Haziran 2013 Çarşamba

Maziye eklenen bir yıl daha...



Bir senenin daha sonuna geldik sanırım bu şehirde yarın yine yola düşeceğim kafamda beynimi kemiren deli sorularla...




Evet bir boşluğa düşmüştüm ve toparlanmam biraz zaman aldı ama bu toparlanma sürecinde de çok hasar aldım...




Acısıyla tatlısıyla bir seneyi geride bıraktım.

Tamam kabul ediyorum acısı biraz daha fazlaydı bu senenin ama yinede iyi atlattım diyebilirim...

Bazı sahte dostlukların farkına vardım.

Çehremi değiştirmem gerekti ve çok zordu bu bir ara sudan çıkmış balık gibi çırpındım ama o suya tekrar girmek için değil başka bir denize düşmek içindi çırpınışlarım ve sonunda düştüm...

İşte hikayede düştükten sonra başlıyor....

Çok güzel dostluklar edindim yeni güzel insanlarla tanıştım elimden tutan çok dostum oldu bu sene...

Karşılıksız menfaatsiz dostluklar kurdum.

Tam da ümidimi yitirmişken oldu bunlar.

Bu şehirde onca yaşadıklarımdan sonra böyle sağlam dostluklar kuracağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

Ama bu şehir şaşırttı beni...

Yeni bir aile kurdum sanki burada yeni yeni kardeşlerim oldu hepsine canımı feda edebileceğim.

İsim vermeden yazıyorum buraya ama hepsi anlayacaklardır...

Derslerden koptum bazen sınav zamanı imdadıma yetiştiler bir çıkar beklemeden.

Bunaldım ağır psikolojik travmalar yaşadım saatlerce oturup beni dinlediler.

Dertlerimi paylaştılar dertlerini paylaştım...

Bazen onları da bunalttım ama hiç biri of bile demedi.

En çekilmez olduğum zamanlarda bile beni çektiler.

Sadece konuştuğumda bile beni öyle çok rahatlatan dostlar edindim...

Bir sözü hatta bir bakışı ile beni güldüren dostlar edindim.

Cebimizde ki son kuruşlarla yemek yedik son dal sigaramızı döndük...

Aynı masada kadehlerimizi tokuşturduk...

Yeri geldi bir olduk güldük bir olduk gözyaşı döktük...

SATMADIK en önemlisi birbirimizi çıkarsız sevdik kardeş dedik can dedik birbirimize...

Sırt çevirmedik bir menfaat uğruna beraber yandık beraber eğlendik...

Can olduk birbirimize kardeş olduk sevincimizi paylaşıp çoğalttık üzüntümüzü paylaşıp azalttık...

Ve dediğim gibi acısıyla tatlısıyla koskoca bir yılı daha mazide bıraktık dosttan da öte candan öte kardeşten öte insanlarla...

Ve ben onlara koskocaman bir teşekkür borçluyum.

Şu güzel geçen bir senemizde varsa bir yanlışım affola.

Yanımda olan ve yanımdan ayrılmayacaklarına emin olduğum dostlarım kardeşlerim Allah hepinizin gönlüne göre versin...

İyi ki varsınız hepinize çok ama çok teşekkür ederim...

13 Haziran 2013 Perşembe

Herşey o gün başlamıştı...

Sıradan bir arkadaş buluşmasıydı uzunca bir süre görememiştim seni yıllar olmuştu gözlerine bakmayalı içimde kalan bir çocukluk aşkımdın sadece ta ki o güne kadar.
O gün başlamıştı işte herşey zamansız bir fırtına kopmuştu yüreğimde...
Anlamadığım çözemediğim ve hiçbir zaman çözemeyeceğim duyguların esiri olmuştum yıllar sonra gözlerine baktığımda...
Kalp atışlarımda ki ritimler sanki bozulmuştu heyecandan ben daha önce hiç böyle olmamıştım...
Sen belki farkında değildin ama o gün gözlerimi gözlerinden alamamıştım.
Mantığım buna karşı çıkıyordu dost dediğim bir insana karşı böyle şeyler hissedemezdim.
Mantığımın karşı çıktığı ama yüreğimin vazgeçemediği birşeydi bu...
Ve yüreğimin mantığımı yenmesi ile başlamıştı bu aşk...
Artık yaşadığım her saniyede aldığım her nefeste sen vardın benim için bir an olsun aklımda çıkmıyordun.
Bir insan nefes almayı unutabilir mi ?
İşte sen benim nefesim gibiydin seni unutursam ölürdüm ben...
Bu yazıyı bir sene sonra yazıyorum o buluşmanın üzerinden yaklaşık bir sene geçti ve hala aynı şeyleri hissediyorum.
Belki çok yanlıştı düşündüklerim bunu yapmamam lazımdı mantıksız birşeydi belki ama hiçbir aşkın içinde mantık yoktur.
Tarifsizdi o an yaşadıklarım masalda gibiydim gözlerimi gözlerinden alamıyor içinde kayboluyordum resmen senden başkası orda en ufak dikkatimi çekmiyordu...
Acaba hiç düşünmedin mi orda o sokak satıcısının zorlada olsa sattığı o gülü o kadar arkadaşım varken neden sana verdim bunu düşünüp düşünmediğini çok merak ediyorum...
Velhasıl kelam bir senedir her sözümde şiirimde bir tek sen varsın...
Şair adam yüzlerce şiirde yüzlerce kişiyi anlatmaz
Şair adam yüzlerce şiirde tek bir prensesi anlatır...
İşte sana yazılmış ama okunmamış yüzlerce mısralarım var benim...
Şiirlerimde sen vardın sözlerimde sen vardın dinlediğim şarkılarda sen vardın yüreğimin en derin en gizli yerinde sen vardın...
İnanamıyordum kendime ben bir anda böyle bir tutkuya böyle bir aşka nasıl kapılmıştım...
Ben bu aşkla yanıp tutuşurken sevdiğin müzikleri dinleyip sevdiğin filmleri seyrederken seni yaşıyordum resmen seni yüreğimde yaşatıyordum...
Ve bu aşkın en kötü yanı bütün bu yaşadıklarımdan senin hiç bir zaman haberin olmadı...
Belki de hiç bir zaman olmayacak haberin seni uzak bir şehirde seven bir aşığın olduğundan...
Belki pişman olacağım karşına çıkmadığımdan...
Belki bir gün döneceğim karşına çıkıp haykıracağım delicesine..
Seni seviyorum diye
Belki bir cevap olarak sağlam bir tokat yiyeceğim
Belki o olan dostluğumuzda bitecek
Ama ben seni seveceğim...
Sen bunu bilsende bilmesende...
Herşey o gün başlamıştı o buluşmada ve herşey o an başlamıştı o sokak satıcısını zorla sattığı o gülü sana uzattığım anda gözlerine baktığımda...
Neyse şairin de dediği gibi
Uzun uzun anlatılmaz tek bildiğim sen aşksın...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Sen gülme bana. Sen gülersen ben yine tutulurum sana.



Finaller geliyor çok az kaldı benim ders çalışmam gerektiği halde ben burda oturmuş şu sıcak günde soğuk biramı açmış Neşet baba çalarken arka fonda size yazma gereği duydum.

İyi yapmış mıyım ?




Çok uzun süre oldu sizinle şöyle sohbet etmeyeli özledim yazmayı sizinle konuşmayı...




Umutlarım bir bira şisesini içine sığacak kadar küçülmüş durumda.

Neye elimi atsam böyle bir isteksizlik var yine eski günlere dönüyor gibiyim...




Bazı şeyleri özlüyorum dostlar.

Erkenden yatabilmeyi, güzel rüyalar görebilmeyi,uyuyabilmeyi,sevmeyi özlüyorum...

Evet aynen öyle bir insan sevmeyi özleyebiliyor.

Birini falan değil sevmek ne onu unutuyorum ben.

Hani derler ya sevdiğinin sesini unutmak nasıl birşey bilir misin diye ben onu unuttum üzerine birde sevmeyi unutuyorum.

Durum o kadar vahim...

Mutluluk ve aşkın koskoca bir yalan olduğunu öğrendiğim günden itibaren ilk önce sevmekten korktum korktuğum gibi uzak durdum kaçtım.

Öyle bir kaçtım ki hemde topuklarım götüme çarpa çarpa kaçtım sevmekten.

Ve artık yavaş yavaş unutuyorum.

Aslında unutsam tamamen hiç bir sorun olmayacakta işte tam unutmaya çalışırken tam unuttum derken özlüyorum be sevmeyi özlüyorum.




Uzun bir bunalım ve haddinden fazla süren bir yalnızlık içindeyim bitmek bilmeyen.

Bir dönem platonik bir ilişkinin başrolündeyken oynadığım rolü karakter edinmeden bıraktım...

Evet birinin gülüşüne tutulmuştum o yalan diye bahsettiğim aşk değildi bu çok daha öte garip birşey.

Ben o aşk denilen yalanı hayatın maşalarından birinde bırakmıştım o beni terkettiğinde aşkı ben çoktan terketmiştim.

Nerde kalmıştık evet birinin gülüşüne tutuldum...

Herşey değişmiş başka bir dünyaya transfer olmuştum sanki.

Onu daha önce görmeme rağmen tanımama rağmen neden böyle bir zamanda böyle bir gülüşle karşıma çıkmıştı.

Ve ben neden daha önce belki bana onlarca kez gülen bu güzel kıza böyle bir dönemde bu şekilde fena tutulmuştum.

Bazı şeyleri kendime yediremiyordum...

Onunla olmayacağını olursa da gerçekten çok mutlu bir yuva kuracağımızdan adım gibi emindim.

Olmazdık ama olursak ta en mükemmeli olurdu.

Biraz saçmaladım sanırım kusura bakmayın arada o gülüşüne bakıyorumda...

İlham meleğimi bulmuştum...

İki tip şair yazar vardır.

İyi şairler yalnız adamlardır. Yalnızlığı bilir aşk acısı çeker ve o hissi damla damla kağıda dökerler.

Birde Mükemmel şairler vardır. Bunlar bir kişiye yazarlar ama o sevgiyi bütün dünyaya anlatır bütün kadınları kendilerine aşık ederler.

Birincilerin ilham perisi çok olur bol bol yazarlar.

İkincilerin ilham perisi bir kez gelir giderse de gelmez.

O yüzden derler aslında Yalnız adam şiir yazar diye.

Mevzu yalnızken yazmak yüzlerce şiirde yüzlerce kişiyi anlatmak değildi.

Asıl olay yüzlerce şiirde tek bir kişiyi anlatmaktı

Öyle oldum bende sayesinde ilham perimi bulmuştum.

Gülüşlerini anlattığım kalbimde gizli yüzlerce mısralar vardı.

Ve kalbimin içinde kapalı kaldı.

Bir kaç sebebi vardı konuşamadım. Çok konuştum ama diyemedim bir ömür boyu sabah uyandığımda ilk gördüğüm şey o gülüşün olsun diyemedim...!

Boşuna demiyorum hayatta herşey unutulur ama hafızana kazınan gülüşler asla...

Ben söyleyemedim oda bilmedi.

Ben gülüşünü gördüm tutuldum o yine güldü ben yine tutuldum o yine güldü...

Gözlerim doldu gülüşüne hasret kalacağımı düşündükçe o bilmezdi yine güldü...

Ben yine yazıyorum gülüşüne şiirler sözler.

Yazmak yetmiyor işte söyleyemiyorsan kalbinin kütüphanesinde tozlu raflara kaldırılıyorsa o satırlar neye yarar.

Böyle devam ederse gülüşler olmaz bana yâr.

Bugün de söyleyemedik be.

Söylemedik yazalım artık güldüğünde gözlerinin içi gülen o güzel kıza...

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Hücre ( Kısa Öykü )


Evet biraz daha klasman dışı yazalım bu sefer sizi bir kısa öykü ile başbaşa bırakıyorum umarım beğenirsiniz...

Gözlerini açmadan ışığı gördü. Pencerenin paslı parmaklıklarının arasından sızan gün ışığı taş duvarlardaki küf, yosun ve küme küme saçılmış çentiklerden sonra, yatağında sırtüstü uzanan mahkumun gözkapaklarını aydınlatmıştı. Ciğerlerinde, insanı bu izbe hücrenin duvarlarından bile daha sıkı saran rutubeti hissetti. Sessizliği dinledi bir süre. Sessizlik o kadar yoğundu ki, diğer bütün sesleri bastıran duyulmaz bir ses gibiydi. Yalnız, ara sıra, metal yemek tasının içinde oynaşan hamamböceklerinin belli belirsiz tıkırtılarını duyar gibi oluyordu. Zamanın iyice yavaşladığını, dakikaların ve hatta saatlerin tekinsiz bir durağanlıkta eriyip yok olduğunu hissetti. Gözlerini açmıyordu. Daha önce görmediği bir şey göreceği yoktu sonuçta. Yeni bir gün daha. Bir öncekinden hiçbir farkı olmayan, yalnızlık ve sessizlikten mamul yeni bir gün. Pencere parmaklıklarının ardında hapsolmuş hep aynı gökyüzü parçası, ve güneşin ve bulutların ruhsuz resm-i geçitleri.

“Bundan sonra yataktan hiç kalkmasam ne olur?” diye düşündü. “Açlıktan ve susuzluktan iyice bitkin düşerim, sonra zaten istesem de kalkamam. Ölürüm. Bu Allahın belası güneş de uykumu bölemez böylece.” Bunları uzun zamandır her sabah düşünüyordu. Her güne ölmeyi arzulayarak ve yeni günü lanetleyerek başlıyordu. Tekrar uykuya dalmaya karar verdi. Belki, rüya bile görebilirdi. Ne kadar rüya görse kar sayıyordu. Gerçi son zamanlarda rüyaları bile tekdüzeleşmişti. Hatta bir keresinde rüyasında saatlerce sessizliği dinlediği bile olmuştu. Yine de, uyumak yapılabilecek en akıllıca iş diye düşündü.

-Merhaba!

Birden zihnindeki her şey dağılıverdi. Uzun zamandır böylesine irkilmemişti. Ani bir hareketle yatağında doğruldu. Yıllardır boş olan karşı duvardaki yatakta kendisi gibi zayıf ve bitkin bir yabancı oturuyordu. Üzerine güneş vurmuyordu. Çökmüş avurtlarının hemen üstünde oyuklarına kaçmış gibi duran gözleri, genç sayılabilecek yaşta biri için fazlaca yorgun ve ruhsuz bakıyordu.

Mahkum, yıllardır ilk defa bir insan görüyordu. Hayal miydi bu? Deliriyor muydu yoksa? Yabancı, karşısındakinin zihnini toplama çabasını küçümsercesine tekrarladı:

-Merhaba. Adım Louis. Senin adın ne?

Ağzı konuşmayı unutmuş gibiydi. İlk bir-iki yıl boyunca kendi kendine konuşmuştu çok yalnız hissettiğinde veya sessizlik çok güçlendiğinde. Ama sonra susmuştu, delirmekten korktuğu için. Hoşuna gitmeyen şeyler söylemeye başlamıştı, kendi söylediklerine sinirlenip bağırdığı bile olmuştu duvarlara. İkiye bölündüğünü hissetti bir gün, yine kendini bağıra çağıra azarlarken. O anda sustu. Elindeki tek şeyi kaybetmekten o kadar çok korktu ki, bir daha hiç konuşmadı. Yoksa, suskunluğu aklını kaybetmesine engel olamamış mıydı? Karşısında sakince oturan bu sıska, solgun, hayaletimsi mahluk kendi zihninin bir marifeti miydi? Gözlerine kenetlenmiş yarı açık gözleriyle ondan ısrarla bir yanıt bekliyordu yabancı.

Yeminini bozdu.

-Kimsin sen?

-Ben Louis. Senin adın ne?

Adını hatırlayınca kısık ve çatlak bir sesle cevap verdi:

-Adım… Henri. Buraya nasıl girdin?

-Gardiyanlar tıktı buraya. Sen uyuyordun.

-Nereden?

-Nasıl nereden?

-Nereden girdin?

-Kapıdan…

-Hangi kapı?

Yabancı, soruyu anlayamamıştı.

Pencerenin karşısındaki duvarın dibinde küçük bir oyuk vardı. Paslı, sürgülü bir kapak günde iki defa açılır, o oyuktan yemek ve su verilirdi. Henri, elinin titrediğinin farkına varmadan, yemek tasının ve su kabının arkasındaki kapağı işaret ederek tekrar sordu:

-Hangi kapı? Bu mu?

Yabancı, kendisine gösterilen yere baktı. Sonra tekrar Henri’ye. Uzun uzun Henri’ye baktı.

-Hayır, o bir kapı değil. Oradan ancak fareler girebilir.

Louis, ayağa kalktı, duvara doğru yürüdü. Yerdeki oyuğun önünde durdu ve duvarı göstererek:

-İşte, bu kapıdan girdim, dedi.

Henri tam itiraz edecekti ki Louis eliyle duvara iki kez vurdu. Duvardan metal sesi geldi. Henri’nin hayretten donakaldığını görünce kapıya ardı ardına 4-5 kez daha vurdu, gözlerini Henri’den ayırmadan.

-Bu imkansız! Orada kapı yoktu!

-İşte, burada.

-Evet, ama yoktu.

-Bu hücrenin bir kapısı olmadığını mı söylüyorsun?

-Evet, yoktu.

-Peki, sen nasıl girdin o halde? Yoksa, burada mı doğdun?

-Ben…

Bakışları cevabı duvarlardaki yosunlarda, ayaklarındaki böcek ısırıklarında ve yabancının yatakta bıraktığı kırışıklıklarda aradı. Ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü. Dokundu. Ellerinde demirin soğukluğunu hissetti. Menteşeleri gördü. Yabancı, yine yatağına oturmuş, ellerini hayretle duvarda, kapıda, menteşelerde gezdiren Henri’yi seyrediyordu.

-Evet, dedi Henri, bu bir kapı.

-Öyle… Ve sen de o kapıdan girmiştin. Başka türlüsü mümkün mü?

-Evet, öyle olmalı. O kadar uzun zaman oldu ki… Unutmuş olmalıyım.

-Gözünün önünde duran kapıyı nasıl unutabilirsin?

İkisi de Henri’nin delirmiş olduğunu düşünüyordu.

-Ne kadar zamandır buradasın? diye sordu Louis.

-Bilmiyorum… Yıllardır.

-Suçun neydi?

Henri’nin bakışları perde perde donuklaştı. Zaman daha da yavaşlamıştı sanki. Bir süre orada, kapının önünde, nerede olduğundan habersizmiş gibi, sanki havada asılı kaldı. Sonra, ayaklarını sürüyerek yürümeye başladı. Yatağına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Zaman durdu.

Henri, bir hücrede yaşamasının olağan olmadığının, buraya kapatılmasının bir sebebi olması gerektiğinin farkına varmış ve dehşete düşmüştü. Hücre, bedeni gibi bir parçasıydı sanki. Bir hücrede yaşamak bir bedene sahip olmak kadar doğal, sıradan, sorgulanmayacak bir şey gibi gelmişti ona. İnsan hiç sorar mı neden bir bedendeyim diye?

Şimdi, Louis’in sorusuyla sanki zihni parmaklıklı pencereden süzülerek hücrenin dışına çıkmıştı. Uçsuz bucaksız bir orman gördü, onlarca metre yüksekliğinde ağaçlar. Kuşların, böceklerin seslerini duydu. Sonra, dalga sesleri geldi kulağına. Ormandan denize inen dimdik bir yar ve telaş içinde yuvarlanarak kendilerini denize atan küçük taş parçaları. Ufukta gökyüzüne dönüşen bir denizin üzerinde, tek tük bulutlar, ve küçücük bir bulutun ardına gizlenmiş utangaç güneş. Sonra, hapishaneyi gördü. Hücresinin dökük duvarlarını, rutubeti, duvardaki bir çatlaktan kafasını uzatmış bir hamamböceğini… ve, daha dikkatli bakınca, karşılıklı iki yatakta oturan iki yabancının bedenlerini gördü. Biri acı çekiyor gibi iki büklüm olmuş, diğeri anlamsız bakışlarla onu süzüyordu. Paramparça kıyafetleriyle bu iki çürük beden ne arıyordu o hücrenin içinde?

Louis sorusuna cevap alamayacağını anlamıştı. Henri’nin aklından geçenleri de merak etmiyordu açıkçası. Hücre arkadaşını hayal dünyasında yalnız bırakarak yatağına uzandı. Çok geçmeden, Henri’nin sesini duydu:

-Ya sen? Sen neden buradasın?

Louis, aklını kaçırdığı besbelli olan bu adamla uğraşmak istemiyordu. Mümkün olduğunca uzak durmak, soğuk davranmak en iyisiydi.

-Sonra konuşuruz. Çok yorgunum, uyumak istiyorum.

-Hayır, lütfen, söyle. Belki böylece ben de burada olma sebebimi hatırlayabilirim.

Louis, başını hafifçe doğrultarak Henri’ye baktı.

-Tamam, söyleyeyim. Ama sonra uyumak istiyorum.

-Tamam.

-…

-Evet? Neden burdasın?

-…

-Ne oldu?

Louis, gözlerini kapamıştı. Kendi kendine fısıldadı:

-Hatırlayamıyorum.

Birden ayağa fırladı. Bakışları duvarların ötesindeki bir noktaya kilitlenmişti. Kurumuş ağaç dalını andıran ellerini sıkıca yumruk yapmış, kendi kendine “ben neden burdayım?” diye sayıklıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın hatırlayamıyordu. Ve sanki, git gide daha da siliniyordu hafızası. Biraz önce hatırlıyor olduğuna emindi neden burada olduğunu. Sonra, bu hapishaneye getirilişini hatırlayamadığını farketti. Sonra, hücrenin dışındaki koridoru…

Kapıya doğru koştu. Farkında olmadan Henri’nin yemek tasını tekmeleyerek hücrenin ortasına fırlatmıştı. Kendini kaybetmiş gibiydi. Kapıyı yumruklamaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:

-Gardiyan! Gardiyan!

Bütün gücüyle vuruyordu. Elleri acıyordu. Bağırmaktan boğazı acıyordu.

-Gardiyan! Gardiyan!

Sonra birden sustu. Sakinleşti. Bakışları donuklaştı, hatta anlamsızlaştı. Ellerini açtı, avuçlarını biraz önce yumrukladığı yerde usulca gezdirmeye başladı. Dudaklarını ısırıyor olduğunun farkında değildi. Sesizliğin kulaklarındaki uğultusu rahatsız edici olmaya başladığında, sanki bir şey hatırlamış gibi sordu:

-Kapı nerde?

Taştan bir duvara dokunuyordu.

-Henri, kapı nerde?

-…

-Henri?

Louis arkasını döndüğünde, hücrede kendisinden başka kimsenin olmadığını farketti. Henri’ye yıllardır musallat olan o kabir sessizliği, tüm şiddetiyle şimdi de Louis’i esir almıştı bir anda. Henri buharlaşıp uçmuştu sanki. Nasıl? Yatakların altına baktı, yaptığının anlamsız olduğunu bilerek. Aklı bu yaşadıkları karşısında adeta sinmiş, pes etmişti. Hiçbir şey düşünemiyordu. Yatağına oturdu. Hücrenin kemikleşmiş durağanlığına teslim olmuş, hatta hücrenin bir parçası olmuş gibi uzun süre hareketsiz kaldı. Neredeyse nefes dahi almıyordu. Gözlerini kapadı sıkıca, karanlığa baktı bir süre, sonra gözlerini açıp kapıya baktı, yine sadece taştan duvarı gördü. Ne kadar olduğunu anlayamadığı bir süre sonra, yaşadığı sıkıntılardan, açlıktan ve yorgunluktan dolayı zihninin karıştığına, uyumanın iyi gelebileceğine kanaat getirdi. Sırtüstü yatağa uzandı. Gözlerini kapadı ve hiçbir şey düşünmeden uykuyu beklemeye başladı.

***

Louis uyandığında, ertesi sabah olmuştu. Neredeyse bir gün boyunca uyumuş olmalıydı. Henri yüksekçe pencerenin altında durmuş, paslı parmaklıkların ve tek tük bulutların ardındaki gökyüzüne bakıyordu. Louis’in uyandığını farkedince acele etmeden arkasına döndü:

-Uyanmışsın.

-Dün… ne oldu? Nasıl çıktın burdan?

-Anlatacağım.

Louis, kapıya baktı, yine sadece duvar vardı. Sürgülü kapağın önünde duran tasa lapaya benzer bir şey konmuş olduğunu farketti. Yanındaki kapta ise su vardı.

-Benim payım nerde?

-O senin…

Louis, yemek tasının yanına bağdaş kurup ellerini kaşık gibi kullanarak lapadan yemeğe başladı. Zihni o kadar yavaş çalışıyordu ki. Eğer sorgularsa aklına hakim olamayacağından korktuğu için, yaşadığı inanılmaz şeyler sıradan olaylarmış gibi düşünmeye çalışıyordu.

-Yemeği getiren gardiyanla konuştun mu hiç? diye sordu, ağzındaki lapa izin verdiği kadarıyla.

-Hayır, çok uğraştım ama hiç cevap vermedi.

Yemeğini bitirmedi. Yavaş hareketlerle ayağa kalktı, yatağına gidip oturdu. Zorlanarak, odadaki rutubeti adeta yararak pencereden sızan gün ışığı henrinin ağarmaya yüz tutmuş saçlarını aydınlatıyordu. Sonsuz gökyüzünde küçücük bir buluta hapsolmuş güneş, ışığıyla Henri’den yardım istiyor gibiydi.

Louis bir süre bekledi Henri’nin konuşmaya başlamasını. Hem güneşi ve hem de Louis’i görmezden geliyor gibiydi.

-Evet, anlat hadi. Neler oluyor burada?

Henri, sırtını, pencerenin altında, duvara yasladı, omuzlarına bir yük binmiş de desteğe ihtiyaç duymuştu sanki. Gözleri her şeyi biliyor, ağzı hiçbir şey bilmiyor gibiydi. Uzun süre düşündü. Louis, zihninin neredeyse tamamen uyuştuğunu hissetmesine ve yapay umursamazlığına can havliyle tutunuyor olmasına rağmen sabrını yitirmeye başlıyordu.

-Neler oluyor? Deliriyor muyum ben de senin gibi?

Henri, gözlerini hücrenin olmayan kapısına, tehditkar, karanlık bir heyula gibi yükselen bomboş taş duvara dikerek cevap verdi:

- Olmayan şeyler görüyorsun.

-Kapıyı mı? Ama onu sen de görmüştün.

Henri başını iki yana salladı.

-Beni.

Louis hiçbir şey düşünemiyordu. Zihni, hücre kadar durağan ve ruhsuz, küflü duvarlar kadar ölüydü şimdi. Ürperdiğini hissetti. İçten içe titriyordu.

-Seni mi? Ne demek istiyorsun?

-Dün ortadan kayboldum, değil mi? Arkanı döndün ve beni göremedin.

-Evet.

-Arkanı döndüğünde gerçeği görmüştün. Yani, aslında orada olmadığımı. Hiçbir zaman orada değildim. Delirdiğini düşündüğün an, en aklı başında olduğun andı aslında. Ve şimdi, yine aklın karışık. Yine beni görüyorsun.

-Buna inanmamı nasıl beklersin? İşte, karşımdasın, benimle konuşuyorsun. Beni aslında var olmadığına mı ikna etmeye çalışıyorsun?

-Ben varım, ama gerçek değilim. Bir hücrede değil, senin zihninde varım.

-Neler söylüyorsun?

-Beni sen yarattın. Sen benim tanrımsın. Ama tanrım beni farkında bile olmadan yaratmış. Karanlık zihninde doğdum, sahipsiz bir piç gibi. Ve şimdi, tüm adaletsizliğinle beni reddediyorsun.

-Sen gerçekten de delisin. Benden çok daha fazla delisin sen. Ben yeni geldim buraya, sen yıllardır burada değil misin?

-Evet. Yıllardır senin zihnindeydim. Ama birbirimizi ilk defa dün gördük. Kendi zihninde hapsolman gerekiyordu bunun için.

-Kendi zihnimde mi?

-Dün gözünün önünden kaybolduğumda, yok olmadım. Sadece, şu gördüğün ben olmaktan çıktım. Bedenim ve zihnim havadaki rutubet gibi senin zihnine yayıldı. Her şeyi gördüm.

-Bu saçmalıklara inanamam.

-Bütün hayatım, hatırladığım her şey yalandan ibaretmiş. Senin yalanların.

-…

Louis, bu konuşmaya devam edip etmeme konusunda kararsız kalmıştı. Henri’nin söylediklerine anlam vermeye, bir gerçek kırıntısı yakalamaya çalışıyordu.

-Sen benim zihnimdesin öyle mi? Bir hayalsin yani…

-Evet.

-Peki ya bu hücre?

-O da senin zihninde, ama o gerçek.

-Anlayamıyorum. Saçmalıyorsun.

-Ben gerçek değilim. Şu anda aslında kendinle konuşuyorsun. Söylediklerim, gözardı ettiğin düşüncelerin. Bana kulak asmayabilirsin. Seni hiçbir şeye zorlayamam. Ama bu hücre gerçek, senin zihninde olmasına rağmen gerçek, çünkü bu hücreden dışarı çıkamıyorsun. Burada kısılı kaldın. Buradaki tutsaklığın, gerçek. Burası gerçek.

-Hayır, anlayamıyorum.

-Söylediklerimi düşünen sensin. Aslında neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun. Ama kaçıyorsun. Yüzleşemiyorsun. İtiraf edemiyorsun.

-Neyi?

-Kendi zihninde hapsolduğunu. Ben olduğunu. Bu hücre olduğunu.

Louis, nefes almakta zorlanıyordu. Ayağa kalktı. Dalgın bakışları kaybettiği bir şeyi arıyor gibi hücrede dolaştı bir süre. Yere oturdu. Kalan lapasını yemeğe başladı. Bir şey düşünüp düşünmediği bakışlarından ve hareketlerinden seçilemiyordu. Lapayı bitirdi. Ayağa kalktı. Yemek kabını yerden aldı ve var gücüyle savurarak Henri’nin tam alnına güçlü bir darbe indirdi ve sanki kendi başına darbe yemiş gibi bir anda dengesini yitirerek yere yığıldı. Başına çok şiddetli bir ağrı saplanmıştı. Alnını elleriyle sertçe ovalıyor, hücrenin buz gibi zemininde iki büklüm olmuş kıvranıyordu. Ağrı yavaş yavaş dinmeye başlayınca sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Gece gibi karanlıktı. Gözlerini ovuştururken hücrenin zemininden vücuduna işleyen soğuk yavaş yavaş hissedilmez oldu. Karanlıkta zar zor seçtiği yatağa doğru elini uzattı. Yatak, karanlıkta kayboldu. Duvarlar kayboldu. Eli kayboldu. Bedenini algılayamıyordu. Nefes alıp verdiğinden bile emin olamadı. Ve sonra, sessizlik kayboldu.

Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Zamanın hala geçmekte olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.

Zihninde belli belirsiz bir hayal çaktı. Gökyüzü. Seyrek bulutlar, ve bulutlardan birinin ardına saklanmış güneş. Gökyüzünün üstünde, sonsuza uzanan, taş ve topraktan bir duvar, bir uçurum. Yine hiçlik.

Toz bulutu içinde gökyüzüne saçılan taş parçaları.

Derinlerden gelen, kulak tırmalayıcı bir uğultu içinde zar zor seçilen, iç parçalayıcı bir çığlık. Kan. Korkak kuşlar gibi etrafa dağılan cam kırıkları.

Güçlü, sersemletici bir çarpışma. Havada asılı su damlaları. Paramparça olmuş arabanın içine dolan deniz.

Metale vuran dalga sesleri.

Soğuk...

3 Mayıs 2013 Cuma

Bizim en büyük yalnızlığımız yalnız kalamamamız..!

Merhaba uzun zaman oldu bayadır yazmıyorum bu aralar biraz uzaklaştım buralardan...

İnsan bazen kendini öyle çok yalnız hissediyor ki sanki şu koskoca evrende yaşayan tek insan kendiymiş gibi oluyor.
Şu sıralar böyle amansız bir yalnızlık içindeyim...

Sanki beni anlayabilecek hiçbir kimse kalmamış bu dünya üzerinde bu duyguyu yaşamayanınız var mı?

Bence yaşamalısınız kesinlikle kötü bir duygu olsa da insana müthiş bir tecrübe oluyor...
Tabi her tecrübe gibi bununda ağır ve acı yaptırımları illaki olacak.
Şimdi ben böyle diyorum ya siz beni asosyal biri falan sanacaksınız ama aslında hiç alakam yoktur yani.
Benim çok arkadaşım vardır yeter ki menfaatleri olsun üzerimde...
Şimdi gençler gibi (ergen kelimesini kullanmaya karşıyım) böyle saçmasapan tavırlara girip aforizmalar yazmayacağım size.
Yalnızlık üzerinde çok duran biriyim bilirsiniz. Bu konuda dünyadaki sayılı profesörlerden biriyim.
Şimdi diyeceklerim aslında pek bilinmeyen şeyler de değil.
Bizim en büyük yalnızlığımız yalnız kalamamamız..!
Evet başta anlaşılması zor bir söz ama aynen bu dediğim gibi...
Yalnız kalıp kendimizi içimizde ki o sesi dinleyemiyoruz.
Bulunduğumuz çevrelerin baskısı ve asimilesi altında ezilmiş karakteri bastırılmış ve o çevrenin asalak bir yapısı haline gelen toplumsal bağımlılar oluyoruz.
Ve bu toplumsal bağımlılık çok pis birşey.
Bizi bizden uzaklaştırıp bizi başkalaştırıyor bize devamlı bir yere ait olma duygusu yerleştirip aynı zamanda bizi kendimize veya herhangi birşeye ait olmamızı sağlayan hislerimizi kökünden kopartıp atıyor.
Yani aslında bu hayatın yaptığı basit oyunlardan biri.
Bize ruhsal hafıza kaybı yaşattırıyor ama normal bir hafıza kaybından çok farklı ruhsal yapımız karakterimiz sadece geçmişi değil geleceği de barındırır. işte bundandır ki yalnız kalamazsak toplumsal bir bağımlı olur ve bu ruhsal hafıza kaybını yaşarız...
Hafızanın canlanması dinç kalabilmesi için omega vitaminleri ne kadar gerekliyse ruhumuzun bu hafıza kaybını yaşamaması için de belli dönemlerde bir yalnızlık yaşaması gereklidir.
Ama tabi ki herşeyin fazlası zarar...
Yalnızlık aşkla meşkle yok romantizimle alakalı birşey değildir.
Yalnız kalabilmek iyi birşey olmadığı gibi kötü birşey de değildir.
Gençler gibi yalnızlığımla mutluyum yalnızlık erdemliktir gibi aforizmalar yazmaya hiç niyetim yok...
Gerçekçi olalım uzun bir süredir bu yalnızlığı çok iyi yaşadım ama bu durum biraz fazla sürdü sanırım.
Evet yalnızız tamam dostlarımız var arkadaşlarımız var belkide şu saatte bile bir telefon edip dışarı çıkıp gezeceğiniz birileri var ama yalnızım diyorsanız ve bir eksiklik herhangi bir eksiklik hissediyorsanız yalnızsınız arkadaş ve yalnız olup yalnızlığıyla mutlu olduğunu söyleyenler var ya işte onlara çok güzel hareketler çekmek istiyorum.
Hadi bakalım şimdi yalnız olanlar şunu yüksek sesle tekrar edin :
Yalnızım mutlu değilim olmamıda gerektiren birşey yok yalnızlıkla mutlu olmak koca bir yalan.
Hayat acımasız ve gerçeklere göre devam ediyor. 
Ve biz yalnızlar yalnız olduğumuz için değil hayatın bu gerçeklerini bildiğimiz için ve ona göre hakettiğimizi yaşadığımız için içimiz rahat ve mutluyuz.
Geceniz güzel olsun beyler bayanlar.
Not: Sevdiğiniz insanlara hep gülün çünkü ; 'Hayatta herşey unutulur ama hafızana kazınan gülüşler asla...'

22 Nisan 2013 Pazartesi

O çocukluk yıllarımız…


Ne kadar güzeldi o çocukluk yıllarımız…
En büyük acıydı dizimizde kanayan yaralarımız.
Güzeldi herşeye rağmen sorunlu sorunsuz yaşantılarımız
Küçük olmanın saflığı ile büyütürdük duygularımızı
Büyüdükçe küçülmeye başladı o güzelim duygularımız…
Acımasızca vurdu hayat tokadını büyüdüğümüzü sandığımızda…
İşte hayatın attığı o tokatla anladık neymiş asıl acımız
En büyük acı değildi artık dizimizdeki kanayan yaramız
Daha yeni başlamıştı gerçek hayat
Bitmişti toz pembe hayaller olan yaşantılar
Hayatın en acımasız döneminde
Yaralanmıştı bu kalp
İşte o zaman anlamıştık büyüklerimizi
Zamanında demişlerdi
Keşke büyümeseydik diye…
Bizde gülüp geçmiştik olurmu öyle şey diye.
O gülen gözler ağlıyor şimdi…
Şimdi özlüyorum çocukluğumu
Şimdi özlüyorum bir şeker için saatlerce ağlamayı…
Şimdi özlüyorum samimi çıkarsız çocukluk arkadaşlıklarını
Şimdi özlüyorum bir misket için yaptığımız kavgaları
Şimdi özlüyorum akşam ezanlarına kadar top peşinde koşmayı
Şimdi özlüyorum yaşadığım en büyük acıyı…
Keşke diyorum büyüklerim gibi
Keşke büyümeseydim diyorum…
Ben bunu dedikçe bizi dinleyip gülen çocuklara bakıyorum
Baktıkça içim sızlıyor…
Biliyorum çünkü aynı acıların onları beklediğini
Anlıyorum…
Dünya’nın Acımasızlığını…
Çözemiyoruz mutluluğun sırrını…
Çözemiyoruz hayatın anlamını
Ve yaşayamıyoruz veremiyoruz yaşamın hakkını
Yazarken bu satırları yanıma yanaşıyor bir ak sakallı
Ve diyor ki:
Keşke şimdi senin gibi bir genç olsaydım…!
Bunu duyan yürek noktalamıyor bu satırları
Bitiremiyor satırları
Koyuyor Sonuna üç noktayı…